sadece çizgi film mi?

Standard

Yaseminle birlikte film izlemeye başladığımızda iki yaşındaydı. İlk izlediğimiz film Neşeli Ayaklar. Yavru penguenin fok saldırısına uğradığı sahne dışında pek öyle şiddet içermeyen bir filmdi. Konusu da güzel: farklı yeteneklerle doğan ayrıksı bir yavru penguen dışlanır, içine doğduğu toplumun tartışmasız kabul ettiği değer ve inançları sorgular, ama yine de herkesin iyiliği için bir yol bulmaya uğraşır.Ötekilerden-hor görülen bir penguen türü- oluşan bir arkadaş-yoldaş grubu edinir ama sonunda tek başına bir yolculuğa çıkar, tehlikeler atlatır ve düşmanıyla- insanlarla- yüzleşir. Geri döndüğünde yanında insanlar da vardır ve eski yapı sarsılır, penguenler insanların sınırsızca avlanması ve çevreyi kirletmesi nedeniyle azalan balıklara yeniden kavuşur. Çok kısaca hikâye böyle… Bu filmi yıllar önce şaşırarak seyretmiş ve beğenmiştim. Bu yüzden bir gün markette karşımda görünce alıverdim deneyelim diye. Yasemin o filmi çok sevdi, defalarca, evde, arabada her yerde seyrettik durduk. Sonraki filmimiz Kayıp Balık Nemo’ydu. Neşeli Ayaklar’ı bu kadar sevince bu filmi de seveceğini düşünüp almıştım, daha önce de sadece yarım yamalak izleyebilmiştim ama bir cazibesi olduğunu biliyordum. Nemo’yu da aynı şekilde çılgınca, her repliği ezberleyene kadar seyrettik. İtiraf edeyim o kadar tekrara rağmen sıkılmadım ve iki filmi de severek seyrettim her defasında. Nedeni basitti bence: ikisi de çok evrensel bir temayı farklı şekillerde anlatıyorlardı: büyüme yolculuğu. Kahramanın çeşitli badireler atlatarak hayatı anlamaya, kendini bilmeye başlaması teması dünya üzerindeki pek çok mitolojide, halk hikâyelerinde, masallarda, romanlarda ve tabii ki çizgi filmlerde (çizgi filmin de bir masalcılık-hikâyecilik biçimi olduğunu düşünürsek) tekrar edilen bir tema. İnsan türü olarak bu dünyadaki yolculuğumuza kafayı takmış durumdayız ve hem büyürken, hem de büyüdükten sonra kendi kendimize yineleyip durduğumuz temel bir söz var: yapabilirsin, biraz cesaret ve kendine güvenle yapabilirsin. Kahramanların başına gelenler aslında her birimizin bu yolculukta sembolik olarak karşılaştığımız, yüzleştiğimiz duraklar. Bu yüzden her zaman akıl-mantıkla anlamlandıramasak da içeride bir yere dokunup geçiyor bu hikâyeler. Tabii bunun yanında çok daha derin analizler yapmak mümkün-ve zaten yapanlar da var bkz. Joseph Campbel- ama ben işin basit yanından, biraz da sezgisel olarak devam edeyim

Nemo’dan sonra bu filmi yapan Pixar’ı biraz araştırdık ve ilgimizi çeken şu oldu: Pixar kuruluşu itibarıyle Walt Disney’e alternatif olmuş, Walt Disney’in mutlak iyiler ve mutlak kötülerle örülü dünyasının karşısında biraz soluk aldıran filmler yapıyor. Daha sonra da Disney’e satılıyor. O yüzden Pixar filmlerinden bulabildiklerimi alıp durdum bir ara. Diğer yandan Pixar kadın karakterlerin ya hiç olmaması ya da ikincil karakterler olması nedeniyle eleştiriliyor. İtiraf edeyim o ara hiç kafa yormadım kadın karakterler meselesine. Neyse, bu konuya geleceğim daha sonra.

Bizim Pixar favorilerimiz her zaman Nemo ve Monsters  Inc. oldu. Monsters da küçük bir kız karakterin öyküsü olduğu ve bütün çocukların bir şekilde karşılaşıp korktuğu öcülerle aslında başa çıkılabileceğini gösterdiği için favorilerimizdendi. Küçük kız bir yandan öcülerin en korkuncuna “kedicik” diye hitap edip tepesinden inmiyor, öcüler dünyasına dalıp öcüleri korkudan tir tir titretiyor. Diğer yandan da kendi odasına dadanan kötü huylu ve sinsi öcüden ödü kopuyor. Ama filmin sonunda aslında öcülerle çocukların birbirlerinden korkmalarına gerek olmadığı anlaşılıyor, sorun nasıl ilişki kurmayı tercih ettikleriyle ilgili. Küçük kıza takmış olan iğrenç öcü de elinden geleni ardına koymuyor tabii- öcüler şirketi içindeki iktidar mücadeleleri içinde- ama sonlara doğru “kedicik”i kurtarmak bizim küçük kıza düşüyor: bütün cesaretini toplayıp pis öcünün kafasına kafasına vuruyor ve onu alt edebileceğini görüyor (işte benim bayıldığım sahne !).  Diğerlerini ise şöyle özetleyeyim:

Wall-e: Dünyadaki insan uygarlığı yok olmuş, geriye sadece külüstür bir robotçuk kalmış. Bütün işi gücü dünyada kalan ıvır zıvır ve çöpü toplayıp istiflemek. Günün birinde o çöplerin arasından yeşillenmiş bir bitki bulur bizim robot. Ardından da dünyaya çok daha gelişmiş bir robot gelir. Bizim külüstür bu robota tutulur. Ama yeni robot bitkiyi de alıp kayıplara karışır. Meğersem insanlar artık uzay gemisinde yaşamaktaymış da dünyada hayat başlar mı-başlamış mı diye araştırmaktaymış. Filmin mesajı güzeldi, özellikle çöp-dünya görüntüleri çarpıcı bence ama bizim yaş grubumuza-ben de dâhil- pek uymadı ritmik açıdan. İzlemekte zorlandık ve hatta sıkıldık.

İnanılmaz Aile (The Incredibles): Çekirdek aile, bu aile biçiminin getirdiği sorumluluklar ve yaşam biçiminin insanı neye çevirdiğini gösteriyor belki ama bir alternatif önerdiği de yok, onun yerine aksiyon yoluyla düzen onarılıyor. Sevemedik bir türlü.

Bir Böceğin Yaşamı (A Bug’s Life): Yine dışlanan bireyin  toplumu kurtarmak için çabalaması, azimle çalışarak ve kendine yeni yoldaşlar-öteki ve dışlanmış yoldaşlar bunlar da- bularak sömürgecileri yenmesi hikayesi. Bence fena değildi, kolektivite mesajları vardı içinde ama kötüler de çok kötüydü canım…

Toy Story serisi: Samimiyetle söylüyorum, bu filmlerin konusu yok. Akılda hiçbir şey kalmıyor, hiçbir duygusal iz bırakmıyor. Sadece zaman geçsin, bir yandan da bir takım- ulusötesi midir bilmem- oyuncak firmalarının reklamı yapılsın. Pixar’ın Disney kültürüne-vizyonuna en çok eklemlendiği, Disneyleştiği filmler bunlar. Kısaca çok kötü.

Daha önce de söylediğim gibi bütün bu filmleri en az bir kez seyrettik ama sadece Nemo ve Monsters bizim evde tutunabildi. Bir ara her markete gittiğimizde çıkıştaki filmciye uğrayıp çizgi film bakıyorduk. Genelde oyumu Pixar’dan yana kullansam da Walt Disney filmlerinin bazıları evimize girmeyi başardılar: Aslan Kral 2 ve Güzel ve Çirkin. İkisinde de beni bile dehşete düşüren kötüler, saflık derecesinde iyi davranan kahramanlar vardı. İkisinde de Yasemin iyilerin başına gelenlere ağladı, hatta Güzel ve Çirkin’de o kadar ağladı ki bir şekilde ben filmi ve karakterleri ona yeniden yorumlamak ve yumuşatmak zorunda kaldım. Ve tabii bu filmleri aldığıma alacağıma pişman olduğumu da ekleyeyim. Geleneksel masallarda da dehşetli olaylar yaşanır, kötüler ve iyiler net bir şekilde ayrılabilir. Feministler özellikle kadın kahramanların edilgenliği üzerine (Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel, Rapunzel, Sinderella) bayağı yazıp çizmişlerdir. Yine de ben bu masalların dilden dile dolaşan halinde- ninelerin anlattığı halinde- insanın karanlık yönüne hitap eden, gölgemizle yüzleşme ve başa çıkma konusunda bize yol gösterecek bazı arketipsel simgeler bulunduğuna inananlardanım. Uyuyan Güzel ya da Pamuk Prenses hikâyelerinde prenseslerin yaşadıkları feminist anneleri huzursuz edebilir. Feministler olarak sevmediğimiz masalların aslında hepsi birer büyüme hikayesi ve ben sorunun hikayenin kendisinde değil, anlatım biçiminde olduğunu ve  masalların özündeki bu evrensel temanın ortaya çıkarılabileceğini düşünenlerin tarafındayım.. Örneğin Pamuk Prenses’teki kötü Kraliçe neden öyle davranıyor sorusunun cevabı Kötü Kraliçe’yi bile bir insan olarak görüp anlamamıza yarayabilir. Ayrıca hepsinde de kahramanın kadın olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor, işin aslı düşündüğümüzden daha farklı olabilir. Çeşitli halk hikâyelerinin kadınlar açısından yapılmış analizleri için bkz. Kurtlarla Koşan Kadınlar. Bu kitap benim 30 yaşıma yaklaşırken düştüğüm karanlıkta başucumdan ayırmadığım, kendimi ve hayatımı sorgularken üzerine çok düşündüğüm bir kitaptı; tavsiye olunur.

Neyse, konumuza dönelim. Anlamlı tesadüflerin hayatımızı yönlendirdiği günlerden birinde küçük film dükkânında karşımıza Küçük Deniz Kızı Ponyo çıktı. İtiraf ediyorum, o kadar cahildim ki Miyazaki dendiğinde size boş boş bakabilirdim. Ruhların Kaçışı isminde bir filmin varlığından haberdardım ama Miyazaki’nin filmi olduğunu bilmiyordum, izlediysem de hatırlamıyordum bile. Sonra Ponyo’yu izledik. İzledik, izledik bir daha izledik. Her şeyi unuttuk Ponyo’yla yatıp kalkmaya başladık. Sonra da tabii biraz kafamız çalışmaya başladı, Miyazakiyi araştırmaya başladık. Ve gerisi çorap söküğü gibi geldi. Bulabildiğim bütün Miyazaki filmlerini aldım, bulamadıklarımı internetten indirdim. Hala hepsini seyredebilmiş değiliz.

Miyazaki’nin filmlerinin özelliği gerçekten insan ruhuna hitap etmeleri. Hem görüntüler çok güzel, hem müzikler. Ayrıca kahramanlar çoğunlukla kızlar.  Ama en önemlisi hikayeler insanlığın temel meselelerini anlatıyor. Bunu hem basit, hem de yine o bildik masal formülüyle yapıyor: akıl gözüyle olmasa da sezgiler yoluyla kavranabiliyor işin aslı. Biz yaşına bakmadan pek çoğunu beraber izledik Yasemin’le. Babası bazıları için çok erken olduğunu düşündü. Bence de Ponyo ve Totoro (Küçük Cadı kiki de buna eklenebilir) Yasemin’in yaşına daha uygun filmler. Ama diğerlerinde de mesajı bir şekilde aldığını düşünüyorum, tıpkı çocukken dinlediğimiz masallar gibi. Belki her kelimesini anlamazdık, bütün olaylar bir şey ifade etmezdi ama masalın içine yüklenmiş anlam içimize işlerdi. Bu filmler de aynen öyle çalışıyor. Ben büyülendim ve Yasemin’in de bu büyüden etkilenmesinden çok memnunum. Bir sonraki yazıda Miyazaki filmlerinden biraz daha ayrıntılı bahsedeceğim.

Senin baban erkek mi?

Standard

Toplumsal cinsiyet rollerinin neden bu şekilde evrimleştiğine dair çeşitli teoriler var. Bu teorilerden birine göre, kadın doğum yaptığında, yeni doğan çocuğuna bakmak, onu emzirmek, uyutmak, temizlemek için mağarada/evde kalıyor, erkek de avcılık/toplayıcılık işlemleri için dışarı çıkıyor. Dolayısıyla kamusal alanda varlık gösteren, yemek bulma savaşı esnasında beceri ve kaslarını geliştiren erkek olurken, evde kalıp çocuğa bakan ve evde olduğu için evle ilgili işleri yapan da kadın oluyor. Bu yalnızca bir teori ve bu teorinin geçerli olmadığı binlerce durum var. Örneğin, benim babam fındık zamanı doğduğu için, babaannem o gün bahçede akşama kadar fındık topladıktan sonra eve gelip doğum yapmış ve 2 gün içinde bahçeye geri dönmüş. Gelini gelene kadar da hem bahçe işlerinde hem de evde çalışmış. Feodal sistem öncesi daha iyiymiş yani, en azından sadece evde çalışıyormuş kadınlar :P

Şaka bir yana, bunun tam tersi örnekler de var. Mesela bizim üniversitede doğum veya çocuk evlat edinilmesi durumunda hem anne hem baba 12 hafta ücretli izin alabiliyor –genelde sırayla kullanıyorlar. İzin süresi çok yetersiz de olsa, babaların bundan yararlanabilmesi çok güzel bir şey çünkü her ne kadar ev içi emeğin ücretlendirilmesi ile ilgili çalışmaları savunsam da, bu tarz rutin işlerin sırayla ya da birlikte yapılmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum; çünkü rutin işler, ücretli de olsa, insanı bezdirebiliyor.

Birlikte yapmak her zaman kolay olmuyor tabii. Örneğin, bizim durumumuzda, her ne kadar herkesin her işi yaptığı, eşitlikçi bir anne-baba modeli sunmayı istemiş olsak da belli şeylerde farketmeden bir ayrışma yaşandığını gördük. Evet, baba gerçekten bir sürü iş yapıyor, ama bu işler genellikle annenin de yapabildiği ve de dışarda yapıldığında erkeklerle özdeşleştirilen işler. Önemsiz gibi gözüken ancak bir süre yapılmadığında biriken ve hayatı zorlaştıran detay işlerde ya da çamaşır gibi yalnızca kadınların bulunduğu alanlarda yine kadınlar var, yani ben varım.

Çamaşırcı Erkek
Siz hiç çamaşırcı erkek gördünüz mü? Mesela çamaşır reklamlarında çantasından deterjanı çıkarıp “üzülme be Osman, bak bu Momo’yla yıka, muhteşem beyazlığı yakala” diyen bir tipleme? Ali amca? Yok böyle bir tipleme. Bu Ali amca, genelde hep kirletir. Çocukluğunu da biliyorum ben onun… hep koşardı, top atardı, nedense gidip inadına inadına çamurda oynardı, olmadık yerlere girer çıkar, yemek yerken de hep üzerine dökerdi. Toplum mu bu hale getirdi onu? “Sen erkeksin, erkek adam ev işi yapmaz!” diyerek? Yoksa annesi mi yaptı ona bunu? Yıllarca onun işlerini yapıp yemeğini yedirerek, çamaşırlarını onun yerine yıkayarak, hatta üniversiteye gittiğinde bile, kargoyla temiz çamaşır, yemek göndererek, onun kendi kendine yetecek bir birey olmasını engelledi mi farkında olmadan. Oysa çocuğunu çok severdi, hep iyi şeyler düşünürdü onunla ilgili. Yoksa eşi mi sebep oldu buna? Sen bırak ben hallederim diyerek…

Kimin ne kadar payının olduğu tartışılır ama Ali için iyi oldu bir taraftan; kendini bilime verdi. Ve hiçbir şeyden de geri kalmadı; para da kazandı, çamaşır reklamlarına da çıktı deneylerini anlattı: “2 ölçek bundan, 8 ölçek şundan koyduk, 3 yıl deney yaptık ve beyaz ötesine ulaştık” gibi saçma sapan replikler söylese de, o, dağ gibi çamaşırla başetmek zorunda kalan kişi değil, beyaz gömlekli bilim adamını oynadı.

Tabii ki bunun tam tersi durumlar da var. Bilim kadınları yanısıra çamaşır yıkayan erkekler de yaşıyor bu dünyada. Ben çamaşırhanelerin önünden geçerken görüyorum mesela. Ama neden medyada, kamusal alanda görünür değiller merak ediyorum. Google imajlarda aradım ve tahmin edilebileceği üzere açık ara farkla kadınlar önde çıktı resimlerde. 3-5 tane çamaşırcı erkek ya var ya yok. Türkçe terimlerle aradığımda ise hiç bulamadım. Ataerkil sistem, mahremiyet mevzuları dışında sanırım bir etken de bu işten para kazanılması.

Hep söylenir ya, en iyi aşçılar erkeklerden çıkar diye; ya da terziler, modacılar, bulaşıkçılar, ütücüler, … bu alanlarda da hep erkekler varlık gösterir bir şekilde. Bu işleri kadınlar da yapar ama erkekler yaptığında bu işlerden para kazanırlar, dışarda yaptıkları için üzerine bir de ünlü olurlar. Ve kıyaslama yapılır. Kadınlara fırsat verilmiş de dışarıdaki işlerde çalışıp kendilerini gösterebilmişler gibi. Ya da, çalışan erkeklerin kadınlara oranı, aldıkları ücret eşitmiş gibi. Bunları pek anlayamıyorum malesef. Bu söylemler beni hep şüpheye düşürüyor.

Şablonik Hatalar

Çünkü bence bu, gerçekten ataerkil sistemin dayattığı toplumsal cinsiyet rolleri ile ilgili. Siz de bir erkeğe doğduğu andan itibaren “sen erkeksin, senin kafan buna basmaz” ya da “aman oğluşum, hassas kırılgan oğluşum” diye şartlarsanız, onun gelecekte kendine güvenen, tuttuğunu koparan bir insan olması çok zor olur muhtemelen.

Ben hiçbir zaman kendimi kadın olduğum için yetersiz veya beceriksiz hissetmedim. Yeri geldi, musluğu söküp tamir ettim, yeri geldi, eşimin yerine paralel park yaptım. Gözü karaydım hep; arabayla 200km/s hız yapıp bisikleti ellerimi bırakarak kullandım, havuza ters takla atarak girip bulduğum her türlü duvara tırmandım. Matematikte de iyiydim her zaman –tüm bu konularda/işlerde iyi olan başka pek çok kadın gibi.

Annem, feminist itkilere sahip bir kadındı. Evlendikleri ilk gün babamın en sevdiği gömleğini ütülerken ‘yanlışlıkla’ yakarak hayatı boyunca ütü yapmaktan kurtulmuş, çeşitli sosyal derneklerin, partilerin kadın kollarında aktif olarak (gece 11’lere kadar) çalışmış, beni daima üniversite mezunu olmam, çalışmam konusunda yönlendirmiştir. Babam da her zaman bana destek olmuş, “aslan kızım, herşeyin en iyisini yapar” diyerek teşvik etmiştir. Bu durumun yarattığı negatiflikler olmuş olsa da (bazen gerektiğinden fazla hırs yapmam gibi) genel olarak hayatımı olumlu etkilediğini söyleyebilirim. İstediğim ve yeteri kadar çalıştığım zaman herşeyi yapabileceğime inandım. Herhangi bir eziklik ve eksiklik duymadım.

Ne güzel, değil mi? Film gibi geçti gözünüzün önünden: Kara Evren Ataerkiye Karşı!
Fakat sonra ne oldu? Film bitmedi elbet ama şeridi koptu. Tahmin edilebileceği üz’re, bebiş doğduktan sonra hayatım değişti. Bir kere korkak oldum. Önce ilk zamanlarda o bana muhtaçken (ya da ben öyle olduğunu düşünürken), başıma bi’şey gelecek diye ödüm patladı, ya bana bişey olursa, yavrum ne yapardı!!! Düşüncesi bile gözlerimi doldurmaya yetiyordu. Sonra, o kendi ayaklarının üzerinde durmaya başladı ve bu sefer onun başına bir şey gelecek diye korkmaya başladım. Hele ilk zamanlar, her düştüğünde yüreğim ağzıma geliyordu. Çaktırmamaya çalıştım, hep serin kanlı durmaya, ama epey korktum, gelecek yılları düşünüp korktum. Ya bungee jumping yapmak isterse, paraşütle atlamak, dağa çıkmak, tehlikeli eylemlere katılmak; kendini koruyamazsa, ya da kadın veya erkek bir itin tekine rastlar ve hayatını zehir ederse. Of ya, ben bunları düşünecek kadın mıydım!

Sonra, bir süre, bebeğin tüm bakımını ben üstlenmek istedim. Bilinçli olarak değil tabii ki ama baba da dahil olsun derken, farkettim ki, bazı alanlarda güvensizlik yaratmışım. Örneğin, kıyafetlerini o giydirdiğinde, hiç olur mu böyle diye değiştirdim, ve bir gün onun “ne giydireyim?” sorusu karşısında, “giydir işte birşeyler” dediğimde, “bana güveniyorsun yani?!?” sözüyle kafamda çakan şimşeklerle kendime geldim. Sonrasında hiç müdahele etmemeye karar verdim ve hatta destekledim, ta ki morla cırtlak yeşili üstüste giydirene kadar. Herkesin bir sabrı var, değil mi ama ;)

Şaka bir yana; hiç istemedim yavrunun kadın ve erkeği belli rollerle özdeşleştirmesini. Çünkü biliyorum ki herkes herşeyi yapabilir, yeter ki istesin, yeter ki kendine olan güveni zedelenmesin, yeter ki şevki kırılmasın, bastırılmasın, yeter ki doğru kuvvetlerce desteklensin, gerektiğinde dürtülsün. Şablonlara sokulmaya çalışılmasın. Özellikle de aklımızdaki şablonlara. Çünkü Sally Kempton’ın dediği gibi

It’s hard to fight an enemy who has outposts in your head.

Yani “kafanızda ileri karakol kurmuş bir düşmanla savaşmak zordur”. Üzerine bir de anneliğin karakolları eklenince, gerçekten, iyice zor oluyor. Ama tabii ki imkansız değil. Çünkü hiçbir şey imkansız değildir! Yeter ki isteyin, yeter ki gözlerinizi biraz daha geniş açın. Olmadı annenize şiir yazın. Anne olunca daha iyi anladığınızı düşündüğünüz annenize…

Karikatürler: Piyale Madra (www.radikal.com.tr)

Merhaba!

Standard

Merhaba,

Biz annelikle derdi olan birkaç kadınız. Hepimiz ardı ardına çocuk sahibi olduk, hepimiz benzer yüzleşmeler yaşadık. Sonra bir araya geldik dertleştik, birlikte kitap okuduk tartıştık. Hepimizi birleştiren annelikten önce feminist olmamızdı, şimdi de feminist anne olduk.

Bu blogda bizim hayatımızda önemi olan, önemi olmayan, karşımıza çıkan, kendi aramızda tartıştığımız, tartışamadığımız konuları yazacağız.